ÇÖPTEKİ EKMEK!
Siirt Lisesini bitirdiğim yıl, Eskişehir İ.T.İ. Akademisine giriş sınavını kazanmış ve üniversiteli olma heyecanı ile mutlanmıştım. O zamanlar 25-30 bin nüfuslu olan memleketimden 18 yaşımda gurbet yaşamına adım atarken büyük hayallerim vardı… Bana göre oldukça büyük ve kozmopolit bir il olan Eskişehir’e gittiğimde, ilk olarak elimde adresi bulunan Siirt’li Mehmet ağabeyi bularak, onun yardımlarıyla yeni yaşantıma alışmaya çalışıyordum. İlk günler 3. sınıf bir otelde kalırken, Mehmet ağabey beni Siirt’in Kurtalan ilçesinden Metin ağabey ile tanıştırmıştı. Metin ağabey de Akademide okuyordu. İkimiz bir bekar evi tutup taşındık. Böylece yepyeni bir yaşam başlamıştı…
Babam bana ayda 200 lira gönderiyordu. Bu da bir öğrencinin geçimi için yeterliydi. Şu var ki ben biraz hesapsız davranıyor ve daha ayın ortası bile gelmeden paramı bitirmiş oluyordum. Bu da sıkıntı yaratıyordu. Ama bu konuda epey tecrübeli olan Metin ağabeyim, buna bir çözüm olarak parama el koydu. Artık bana gelen parayı olduğu gibi Metin ağabeye veriyor, o da bana günlük harçlığımı veriyordu. Böylece artık gereksiz harcamalar yapamıyordum. Artık güzelce geçinmenin yolunu bulmuştuk…
Bir gün sabah kahvaltısından sonra otobüse atlayıp okula gittik. Metin abim derse girerken, ben de okul kantininde ders saatimi bekliyordum. Bu arada gözüme çarpan bir kıza takıldım… Bir süre sonra kızla okuldan ayrılıp bir pastaneye gittik, oradan da akşama kadar gezip-tozduk. Hava karardığında kızı evine kadar bırakma nezaketini gösterip (!) ben de bekar evimize gittim. Öğlen ve akşam yemeklerimi yememiş, o parayı kız arkadaşım için harcamıştım. Karnım epeyce acıkmıştı. Evde Metin ağabeyim arkadaşlarıyla şarap içiyordu. Ama herhalde yemeklerini yemiş olmalılar ki; evde yiyecek hiç bir şey yoktu. Beni de şarap sofrasına oturttular ama, aç karnına!… Nedense aç olduğumu söyleyemedim..
Misafirlerimiz gittikten sonra, içilen şarabın mahmurluğuyla biz de uyuduk. Sabaha karşı midemin açlık alarmı vermesiyle uyandım. Mutfaktaki tulumbadan su çekip bolca içtim ve Metin ağabeyin uyanmasını beklemeye başladım. 24 saattir bir şey yememiştim. Bir sigara yakarak açlığımı bastırmaya çalıştım, ama midem kazınıyordu. Nihayet Metin ağabeyim uyandı. Kahvaltıda genellikle bakkaldan 2 yumurta-bir ekmek alır, bazen da peynir ya da zeytin alıp ekmeğimize katık ederdik. Ama o sabah, akşam içtiğimiz şaraba karşın, çorbacıya gitmeye karar vermiştik. Bu durum benim daha çok hoşuma gitti. Çünkü çok açtım ve çorbacıda yiyeceğimiz ekmeğin miktarı da sınırsızdı! Yani karnımı tıka-basa doldurabilecektim…
Giyindik ve tam evden çıkacağımız zaman kapıda postacı ile karşılaştık. O zamanlar telefon yaygın olmadığı için, acil durumlarda telgraf kullanılıyordu. Postacı Metin ağabeyime imza attırıp bir telgraf uzattı. Merakla telgrafı açtığında Metin ağabeyin yüzü allak-bullak olmuştu! İstanbul’da yaşayan babası vefat etmiş, bu yüzden de Metin ağabeyin acilen İstanbul’a gitmesi gerekiyordu. Tren garı bize 50 adımlık bir mesafedeydi. Çorbayı falan unutup, hemen Gara giderek İstanbul’a gidecek bir tren sorduk. Tesadüfe bakın ki; Kurtalan ekspresi 15-20 dakika sonra gara girecek ve İstanbul’a devam edecekti. Biletini alırken ben de bir yandan Metin ağabeyi teselli ediyordum… Nihayet tren geldi ve onu yolcu ettim. Ama bu karmaşa içinde Metin ağabeyim bana para vermeyi unutmuştu!…
Çorba içme hayallerim suya düşmüş ve aç karnına, üstelik 5 parasız ortada dımdızlak kalakalmıştım. Şimdi ne yapacaktım?… Bekar evimizin bulunduğu yerin hemen bir sokak ötesinde Mehmet ağabeyin, annesi ve ailesiyle yaşadığı evi vardı. Arada bir bizi yemeğe davet ediyor ve annesinin yaptığı enfes Siirt yemekleriyle bize ziyafet çekiyordu. Ağzım sulanmaya başlamıştı… Oraya gidip durumu anlatsam, beni doyurmaktan büyük keyif alacaklarını biliyordum, ama bunu bir türlü yapamadım! Eve gidip yatmaya karar verdim. Tam evin kapısını açarken, kucağında ekmeklerle Mehmet abiye rastladım. Fırından taptaze-sıcacık ekmekleri almış eve gidiyordu. Ayak üstü ona Metin abinin durumunu anlattım. O da çok üzüldü… Sonra da “Hadi gel birlikte bir kahvaltı yapalım” diye beni evlerine davet etti. İşte ızdırabımı sona erdirecek fırsat çıkmıştı karşıma. Ama ben ne yaptım dersiniz? Aptal bir gururla “Sağol abi, biz çorba içtik” dedim!!! Oysa yaklaşık 24 saattir kursağımdan hiçbir şey geçmemişti!… Bunu neden yapmıştım?… Anlaması da-anlatması da zor!… Mehmet abi evlerine giderken ben de bekar evimize girdim. Kendi kendime kızıyor, hatta küfrediyordum!!!
Evde yiyecek bir şey olmadığını bildiğim halde, ayaklarım beni doğruca mutfağa götürdü. Metin ağabey ve arkadaşları dün tavada yumurta pişirip yemişler. Yumurtanın bulaşığı tavada duruyordu. Bir de yarım paket margarin. Biraz ekmeğim olsa, o margarinin birazını tavada eritip, ekmeğimi de ona bandırp yerdim. Margarinden de vazgeçtim. Sadece biraz ekmek olsa yeterli olacaktı. Birkaç lokma ekmek… Bir-iki lokma ekmeğe de razıydım. Ama yoktu işte….
“Üç su, bir ekmeğin yerini tutar” derlerdi! Bekar evimizdeki su gereksinimimizi, mutfaktaki tulumbadan sağlıyorduk. Ben de açlığımı bastırmak için tulumbadan bolca su çekerek içtim. Ama açlığımı bastıramamıştım!…
“İştah kesici” niyetine bir sigara yaktım. Ama sigara da tat vermiyordu artık. Hatta midem daha da kazınıyordu… Mutfağa geçip yine bolca su içtim ve kendimi dışarı attım. İçtiğim su açlığımı yatıştırmamış, sadece yürüdükçe midemde lak-lak diye sesler çıkarmaya yaramıştı! Yağmur çiseliyordu… Üzerimde ince bir pardösü vardı. Otobüs param olmadığı için 40 dakika kadar yürüyerek okula gittim. Ama derse girecek halim yoktu. Kantine yöneldim. Birden dün tanıştığım kızı anımsayınca, hemen geri çark ettim. Çünkü dün kızla ayrılırken, bu gün için yine kantinde buluşmaya karar vermiştik. Aranan bir suçlu gibi, pardösümün yakalarını kaldırıp, hızlı adımlarla okulu terk ettim. Yağmur şiddetini arttırmış, az sonra bardaktan boşalırcasına yağmaya başlamıştı. Eve vardığımda iç çamaşırlarıma kadar sırılsıklam olmuştum. Üşüyordum… Çok üşüyordum… Aceleyle üstümü değiştirip, evdeki tek ısınma aracımız olan iki çubuklu elektrik sobamızı yaktım. Ama bu ısı titremelerimi engelleyemiyordu… Yatağa girip, yorganı da kafama çektim. Ağladığımı kimselerin görmesini istemiyor gibiydim!… Tortop bir vaziyette ve de dişlerim birbirine çarparak uyumaya çalıştım…
Aradan ne kadar zaman geçmişti, bilemiyorum. Biraz dalmıştım galiba. Kendime geldiğimde hava kararmıştı… Kalkıp bir sigara daha yaktım. Ama artık sigara bile içemiyordum… Gayrı ihtiyari yine mutfağa yöneldim. Gözüme çöp tenekemiz takıldı… Hiç düşünmeden çöp tenekesini karıştırmaya başladım. Yumurta kabukları, zeytin çekirdekleri derken, tanrıdan bir mucize bekler gibiydim! Ve de tanrı bana beklediğim o mucizeyi gösterdi!!! Çöp tenekemizin dibinde ucundan azcık koparılmış bir bütün ekmek duruyordu. Bir elmas parçası bulmuş gibi, ekmeği aldım. Tahta gibi sertleşmiş, üstelik her yanı küflenmişti… Ama umursamadım. Neredeyse iki günlük açlığın verdiği çaresizlikle, o ekmeği tulumba suyunun altına tutup, küflerinden arındırmaya çalıştım. Az sonra küfün büyük bir bölümü temizlenmiş, üstelik ekmek de yumuşacık olmuştu…
Aceleyle ekmeği hapır-hupur yediğimde; en çok sevdiğim yemeklerden bile daha lezzetli gelmişti bana… İşte nihayet karnım doymuştu!… Odaya geçip bir sigara daha yaktım. Bir yandan sigaramı tüttürürken, öte yandan da yarın ne yapacağımı düşünmeye başladım. Öyle ya? Yarın yine acıkacaktım….
Sevgi-saygımla…
Yorum yazabilirsiniz...